Yer altından bahsedip, yeryüzünü tasvir etmekten tedirgin olmuş ve rüzgarı arkama almıştım. Gökyüzü sanki bir dürbünden bakıyor-muşçasına uzak ve delikti. Saygıdan mı bilinmez ceketimi ilikledim ve her zaman olduğu gibi başımı omuzlarıma bastırdım.
“Dünya, yaşamın kaynağı olsa ben sokaklarında mahsur kalırdım. “
Artık hiç kimse ile konuşamıyordum. Deniyordum bir şeyler sayıklamayı ama cevap aşikardı.
Neredeyse her şeyin bir sahibi var! Diye geçirdim içimden.
Birkaç sokak ötede, kahverengi bir orman yükseliyordu. Mevsimi sizde tahmin edersiniz. Koyu gri yerel kıyafetler giyiliyor ve hikayeler hiç bitmiyordu. Rengine, biçimine, yaşamına ve hatta kokusuna bile sahip çıkmışlardı bu şehrin. Hemen hissediliyordu.
Saçları güzel görünsün diye bakım yapan küçük sivilceli yüzler, balığını okyanustan yakalayan balıkçılar, aşkını cennetten çıkartmış dedikoducular ve sarı saçlı, çoban suratlı, kaslı oğlanlar yaşıyordu burada.
Aralarında kaybolup gitsek, var olmuş sayılırdık. Çünkü dünya seni tüketmese, kesin bu sokağa tükürürdü. Ben saçlarını okşamak isterken aklından neler geçiyordu acaba? Boynunu bir ırmak gibi kıvıran şu kızdan bahsediyorum. Dudaklarımı ısıran, göz kamaştırıcı “saf” güzellik, burası onun şehriydi belli ki!
“Dünya, onu beni tüketsin diye hapsetmişti sanki!”
Neredeyse her şeyin bir sahibi var! Diye geçirdim içimden.
Dünya onu beni tuketsin diye hapsetmisti… yaralayıcı
Mm aslında daha fena 🙂