Sıradan bir öğleden sonrasıydı. Sıra dışı hayaller kurup, uyandığıma şükrediyordum. Yalnızlığın tek garantisi de, hayal kurabilme özgürlüğüydü! O sırada aynaya doğru gittiğimi bilmiyordum. Yüzümü böyle görmeye, hiç alışkın değildim. Saçlarım yastığın etkisiyle çatallaşmıştı. Sakallarım dudaklarımı örtüyordu. Uzun zamandır aynadan kaçtığımı ya da gözlerimi kaçırdığımı düşünmeye başladım.
Avuçlarıma doldurduğum musluk suyuyla, gözlerime, dudaklarıma ve suratıma şekil verdikten sonra dışarı çıkıp kuşları izleyecektim. Ve kıyafetlerim için enerji harcamak istemiyordum. Sokağa çıktıktan sonra önce caddede ki kafe’ye, oradan da yeşil parka gitmeye karar verdim. Kafe, buhar teknolojisinin hala ne kadar önemli bir buluş olduğunu söylüyordu. Küçük sosisler ve bir kaç yudum çay olmadan, hayat çok tatsız olabilirdi.
Bence, bulduğumuz şey ateş değil, buhar teknolojisiydi!
Parka giderken etrafımda olup bitenlere karşı duyarlı, hassas bir insana dönüşüyordum. Yazın etkisi sanırım, içimdeki yalnızlığı bastırmak için buhar teknolojisinden faydalanıyordum. Düşünsenize, kaynayan her şey birden buharlaşıyor. Sizden çalınan o su birikintisi, aslında canınız! Terlemek bu yüzden, hem günah hem de sevaptır!
Neyse, kaldırımda dolanırken sağ omzumu sıyırıp geçen, delici bakışlarına dayanamadığım bir kadınla karşılaştım. İkimizde aynı yöne doğru yürüyorduk, lakin durmadan göz göze gelmemiz, çok acayipti! Ulaşmak istediğim yere birlikte gidiyorduk ve sanki aynı yolda yürüyorduk!
Her zaman ki gibi, parkın köşesinde duran sakin, sessiz ve ıssız mekanıma doğru ilerledim. Çırılçıplak bıraktığım son bahar ağacım, onu ilk gördüğüm bahara benzemişti. Etrafta meyve kokularının dedikodusu eşliğinde, yeşil gövdelerini eğen, ölüp ölüp dirilen, değişik bitkiler fingir-diyordu. Belli ki “Doğa Ana” onları ziyaret etmişti.
Oturacağım örtüyü çim olmayan yerlere, ayaklarımı ise çimlere serdim hemen. Ve çantamda taşıdığım Chardonay şişesini, hemen önümde duran gölete emanet ettim. Yanımda iki çeşit sandviç, iki tane kadeh vardı. Çerez ve bazı peynir dilimlerini de unutmamıştım. Kendimce düzenimi kurduktan sonra, ufak ufak havayı solumaya başladım. Ağaç gören tüm varlıklar gibi!
Derin bir nefes alacaktım ki! Hiç bir hazırlığı olmayan o kadın, tam karşımda beliriverdi. Yanıma gelmeye cesareti yoktu. Ama sürekli karşıma çıkıyordu. Beni görebileceği bir yere, nefes almak için oturdu. Bu davranışı ona alıcı gözle bakmama sebep oluyordu.
Turuncu saçları ucundan tutuşturulmuş gibiydi. En can alıcı renkler, saç tellerinin orta kısmındaydı. Yüzü teninin renginde olsa da, yüzünde muntazam ve ona çekicilik katan çiller taşıyordu. Gözleri bal köpüğü diye tahmin ettim. (Yani bir kısmını hayal ettim, şimdilik!) Üzerinde, onu çilekmiş gibi gösteren, beyaz puanlı bir elbise vardı. Elbisenin rengi kırmızıydı. Piknik kıyafetini andırıyordu. İri göğüsleri kıyafetine pek uymuyordu. Ama kıyafeti beline çok uygundu. Yukarıdan aşağıya süzeceğiniz bir beden değildi. Daha çok aşağıdan yukarı doğru süzülüyordu. Aşağı yukarı benimle aynı boydaydı diyebilirim. Bu yüzden gözlerini şimdilik hayal ediyordum. Ama bal köpüğü olmalıydı!
Teni kızaran birine hassas olduğunu söylerseniz, utancından kızarmış ta olsa, güneşi suçlar! O sebepten koca parkta tam olarak karşımda ne işi olduğunu merak etmeye başlamıştım. Bir de gözlerini onun sesinden dinlersem, bal olsa köpürür diye düşündüm.
Ayağa kalkıp yanına gittim. Yaklaştıkça gözleri görünmez oluyordu. Bakışlarını kaçırmasa, çilleri daha da göz alacaktı. “Merhaba, beni mi takip ediyorsun?” Yere baka baka, başını bile döndürmeden! “Yoo, tabi ki hayır. Bunu da nereden çıkardın?” Suratını nişan almış, yüz yüze gelmeye çabalayan bir adam olarak. Davranışlarına pek anlam veremiyordum. “Adın nedir?” Çimlerin üstünde dengede kalmasını sağlayan parmaklarını kırarak, tırnaklarıyla toprağı eşeliyordu. “İstanbul” dedi.
İsminin anlamı gözümde hemen canlanmaya başladı. Boğazı, oradan geçen gemileri, tırnağına bulaşan toprağı ve içinde yaşadığımız gezegeni, bu minik kadının gözlerine sığdırmış olmalılardı. “Buraya hazırlıklı geldim. Birlikte piknik yapmak ister misin?” Bunu istediği çok belli olsa da, hala cesareti yerine gelmediği için, çekimser bir tonda söyledi. “Olur!”
“Adım “İzmir” tanıştığımıza sevindim.
Bu pikniğin güzel tarafı
ne biliyor musun?
istediğin tarafa bakabiliyorsun.
Ağaçlara, gökyüzüne, göle ve daha bir sürü şeye.
Ve, iyi ki geldin İstanbul.”
“İşte bunun için bir türlü buradan çıkamıyorum. Dış dünyaya karışmaktan korkuyorum” dedi İstanbul. “Yeni insanlarla karşılaşmaktan ve yeni duygular yaşamaktan korkuyorum” dedi.
“Anlıyorum” dedim. “Ama öyle sanıyorum ki, bunu yapabilirsin. Dışarı çıkmayı başarabilirsin.” İçtenlikle gülümsüyordu. Onu bir süre yavaş yavaş izledim. Suskundum, rahatlaması için ona zaman veriyordum. Sırtını yere bırakmış, ağaçların dalları arasından gökyüzüne bakıyordu. Bense ondan gözlerimi alamıyordum.
Hınzır zihnim, kurduğu fantezileri anlatmaya başlamıştı. Kehribar taşından yapılmış, bol köpüklü bir kolyeyi boynuna dolamıştı. Çırılçıplak bedenini o kolyeye mühürlemişler gibiydi. Ruhu o taşın içinde fosilleşmiş, küçük bir kadına bakıyordum sanki.
Dudakları etli, ağzı hafif aralıktı. Nefes alırken göğüsleri daha da büyüyordu. Aldığı nefesi pek geri vermese de, zamana bu şekilde hakim olmaya çalışmak pek yaşamak sayılmazdı. Bacakları dilime dolandığı için, sessizce bekliyordum. Ellerini göbeğinin üstüne koyduğu için, rahatlamasını diliyordum. Ve gözlerinin bal köpüğü olduğunu, artık bilmek istiyordum.
Birden konuşmaya başladı. Hiç kımıldamadan duruyor, sadece ağzını hareket ettiriyordu. “Peşine takıldım çünkü, yalnız başına bu kadar mutlu görünen ve nereye gittiğini bilen, bu Adamı merak ettim” dedi.
Ellerini göbeğinden çekti ve bileklerini gökyüzüne çevirerek, kollarını iki yana açtı. Bacaklarını uzatarak kutsal toprakların sembolü olmaya, el değmemiş bedenini kurban etmeye ve hatta rahatlamaya başlıyordu. Kolları “Haç” gibi iki yana açık ve bekaretin temsilcisi gibi uyuya kalmıştı sanki. “Tanrı Seni Korusun” dedim ona.
Birden bire göz kapakları açıldı. Işıldayan gözleri gölgemi takip etmeye, bakışları dudaklarımı izlemeye, sessizliği ruhumu dürtmeye başladı. Nihayet gözlerine dalmıştım. İki küçük peteğin içinde, keyiften köpürmüş, o bal gibi görünen, gözlere dalmıştım. “Kimsin sen?” diye mırıldandı.
Ona “Bal arılarının efendisi olduğumu söyledim.” Aradığım kovanı bulduğumu, içinde yaşamak istediğimi, beni tahrik ettiğini de söyledim. Saatlerce o ağacın altında seviştik. Chardonay şişesini yarılamıştık. Gözlerimin içine bakarak. “Ölmek insanın canını çok yakar mı?” diye sordu.
Evet yakardı. “Ama yaşamaya devam etmek, bundan çok daha acıydı!”
Sağlıcakla.
Ne kadar güzel!
ne kadar? 🙂
hiç şarap içmeyen biri olarak gün ortasında şarap ısmarlayacak kadar.
şarabın yanında iyi gidecek erikler biliyorum.
“ama bu bilgiyi kendime saklıyorum” mu?
hayır ısmarlayabilirsin diyorum 🙂
bir meyve bahçesi hayal ettiydim ben de 🙂
Yaratmanın ilk adımı derler.. Bazen edepsizlik yapıp hayal edemediklerimizi yaratıyoruz.. 🙂
Saçların rengi, puantiyeli elbise, çiller, erişimsiz gözler, doğal değişimin tasviri… Hepsi kışkırtıcı.. Fakat sanırım açık amacın da bu 🙂 Güzeldi. Bir de chardonnay eşliğinde okuyayım.
Mmmm.. Aslında içgüdüyü gıdıklamak gibi bir niyetim vardı.. Cahrdonay mi? 🙂
Hımm meşe fıçı… 🙂 Yazdım listeye.. 🙂
liste uzuyor 🙂
Tanrı seni korusun dedim ona.?
? Ahahaha beni de güldürdün!
Bir avuç musluk suyunun yaptığına bak gözüne yüzüne dudaklarına şekil vermiş. ? Laaaa nasıl şekil veriyor. Balmumundan plastik misin sen. Diyeceğim de demiyorum. ? Ne olacak hayal kurmak varsa işin ucunda bana ne nasıl şekil alması.
Su demiştir yüzüne çarparken. Şekil vereyim abime sonuçta İzmir körfezini İstanbul’un boğazına dökeceğim. ?
Aaa sen suyla kendine şekil vermiyorsun ?
Dirtysaphi?
?